başlık: “omurga ve yabancı” ya da “japon feneri”
biçim: performans önerisi ve performans videosu
1.
H.AKÇURA’YA
Kim bu çocuk?
Kim bu genç?
Kim bu adam?
Afişe baktığımda bunları düşündüm yeniden.
Seni yıllar içinde pek çok kez, pek çok yerde gördüm. Her gördüğümde kafamdan yukarıdaki sorular geçti. Ama yalnızca o kadar! Soruların cevabını aramadığım gibi, adını bile birine sormak aklıma gelmedi. Ama o surat hep kafamda kaldı. Boynun altındaki gövde ise bulanık. Bir gün öncesine kadar biri sorsaydı, tipini tarif edemezdim. İlk kez iki binin son saatlerinde karşılaştığımızda sana dikkatlice baktım. Çünkü, gözlerindeki bakış, köydeki köpeğimin gözünde gördüğüm son bakışla aynıydı. (Korkma, köpek henüz yaşıyor)
Projeye gelelim. İlk duyduğumda kıskandığımı söyleyebilirim. Çünkü, en azından “aynalar”, hem somut olarak, hem de kavramsal olarak ilgi alanıma giriyordu ve ileriye dönük bir gösteri projesinin ana maddesiydi. “Kim ulan bu Hakan Akçura?” dedim kendi kendime. Açık radyonun müdavimi olduğum halde, seninle ilgili söyleşileri yarım yamalak dinledim, ya da dinlememeye çalıştım. Ve nihayet afişi gördüm. “ Aaa, o çocuk, pardon o genç, ay afedersin, o adam!...” Bu noktadan itibaren o surat, ayna ile bedenlendi. Iıığğğ, daha da sinir bozucu!... Katılmayı nasıl istedim, seninle tanışmadığıma nasıl pişman oldum anlatamam. “Neden pek çok tanışma fırsatını değerlendirmedim?” diye hayıflandım. Sürün geri zekalı!... Sonra, (ciğere ulaşamayınca) “aman, zaten katılıp ne yapacağım, ilgi çekmek isteyen birine tezahürat yapıp, egosunu beslemekten başka ne işe yarayacak?” dedim. O andan itibaren de ilgilenmedim. Afişlere bakmadım, telefon ve diğer haberleşme adreslerini almadım. Niye alacakmışım ki? Züppe!...
Yılbaşı gecesi, o talihsiz gece (gece talihsiz ama sen talihlisin, çünkü benimle karşılaştın) birdenbire afişi karşımda gördüm. Ama yalnızca çocukluk resmine baktım. “Ne tatlı!...” Sonra “ayna” kelimesini okudum. Afişe arkamı döndüm. Tekrar geri döndüğümde son resmini gördüm. “Evet o!”... Daha sonra da bıyıklı resmine bakıp, “ığğğ ne çirkin!” dedim. Yeniden sırtımı döndüm afişe. Başka şeyler düşünmeye çalıştım. Arkadaşlarım eğleniyorlardı. Bense taş gibi kaskatı dikiliyordum. “Yeni yıla birini öperek girmek iyi olur “diye düşünürken, yanımdan geçip kapı tarafına doğru yürüyen “sen”i gördüm. Pes! İti an çomağı hazırla! Kafamı dağıtmak için bir önceki düşünceme geri döndüm. Senin mavi gömlekli omzun kalabalıkta kaybolurken, “evet birini öpsem iyi olacak, belki şansım açılır” dedim kendi kendime. Arkadaşlarımdan yana döndüm ve yine afişle göz göze geldim. Niye bu Hakan olmasın?...Demek adı Hakan.. Hakan Akçura...Gökhan Akçura’nın nesi acaba? Kardeşidir muhakkak. (Turgut Özakman’ ın öğrencisi olan ve senaryo yazan Gökhan’ın. Bir zamanlar Zeki Alasya- Metin Akpınar için Otel adlı bir senaryo yazmıştı. Sen o zamanlar çocuktun. Bkz.Birinci resim.)
Kısa bir süre sonra kalabalık arasında karşılaştığımızda bana bakıp gülümsedin, merhaba dedin.”Biriyle karıştırdı “ dedim içimden. Ama sohbetin sonrasında ikimizin de doğru adreste olduğunu anladım. Projeye katılmamı önerirken gözlerine baktığımda, işte başta söylediğim şey oldu. Aynı günün sabahı (30 Aralık 2000) köyden dönerken, köpeğimin yaralı kulağına ilaç sürüyordum. Göz göze geldik. Gözlerinde öyle garip bir ifade ve gözbebeklerinde öyle garip bir değişim vardı ki şaşkınlıktan ve korkudan elim havada kaldı. Metamorfoz mu yoksa?...Şimdiye kadar (kendimi bildim bileli hep hayvanlarla yaşadım) hiçbir köpekte (hatta erkekte bile) görmediğim bir bakış ve renk değişimiydi bu. Hatta gözün kimyası değişiyor gibiydi... Senin gözlerinde de aynı şeyi görünce (belki de alkoldendir) “ben eriyorum” (ermek fiilinden geliyor, gözlerine bakıp erimekten söz etmiyorum) galiba dedim. Ya da tanrılar bana mesajlarını bu gibi yollarla gönderirlerse, daha çabuk sonuca ulaşacaklarını anladılar. “Projeye katılmak onu öpmekten daha cazip olabilir” diye düşündüm. Yine de bütün gece boyunca ne adres ne de telefon aldım. Ertesi gün ise “madem ki öpmedim, bari projeye katılayım” kararını aldım ve arkadaşlarımı seferber ettim seninle bir iletişim yolu bulsunlar diye.
İşte benim hikayem . Eğer istersen bir küçük gösteriyle katılabilirim. Görsel yanı ağır basan, hareket ve sesin, belki bir kaç sözün desteklediği beş ya da on dakikalık bir çalışma. Belki son gün. Çünkü hazırlanmak için ne kadar zamanım var bilemiyorum. “Omurga” (bu konudaki önerini hatırladın sanırım.) temeline dayanan ve ‘’yabancı’’yı anlatan bir çalışma belki...
2.
Bugün seninle karşılaşana kadar farklı bir plastik üzerinde düşünüyordum. Fakat ayrıldıktan sonra kafamda başka şeyler canlandı. Ve galiba bunu sevdim.
SENİN PROJEN İÇİN DÜŞÜNDÜKLERİMDEN
Bir büyük Japon feneri, yuvarlak, üçgen ya da dikdörtgen bir kutu. İnce kağıtla kaplanmış. Ben içindeyim. Elimde ucu yağa batırılmış fırça ile içeriden yazı yazmaya başlıyorum. Çeşitli şekiller çiziyorum. Çeşitli alfabeler kullanıyorum. Yazdıklarımla aynı ya da farklı bir metin kullanıyorum. Sözcükler; hem yazılanlar, hem söylenenler elbette özel seçilecekler. Yağlanan kağıdın yazılı kısımları şeffaflaşmaya başlayacak ve yazılar arttıkça, içerisi daha çok görünecek. Şehir gürültüleri ve hayatımızdan sesler, haberlerden alıntılardan oluşan bir efekt kullanacağım. İçinde tekno
müzik de olacak. Efektin içinde, baştan sona devam eden bir öykü zaman zaman belirgin hale gelecek, zaman zaman yitip gidecek. Sanırım sen seviyorsun. İçeride ben farklı şekillerde görüneceğim. Burası sürpriz... Performansın sonu her günkü seyirciye göre değişecek. Her gün yalnızca beş dakikalık bir gösteri olacak. Ya da seçilen bazı günler. Tek sorun her gün yeniden o feneri hazırlamak ve kağıt temin etmek.

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder