Pazartesi

kimden: ceyda kafadar
başlık: yabancı...
biçim: elektronik metin dosyası

Açtım gözlerimi sararmış sonbahara yine ve bu kez aklımda sen... yani hiç tanımadığım bir adama yazılacak satırlar dizilmişti işte öylece... İsli sisli güzel bir günün alacakaranlığında, bir barın arka taraflarında elimde bir bardak yasemin çayı, bir kağıt parçasına çizilmiş yüzünden tanıdım seni... O anda bilmediğim hayatına ortak olmak istedim, tıpkı hiç bilinmeyen düşlerini görmek istediğim gibi... Yabancılar demiştin bir yerde sence yabancı olabilir mi insan bir şeyin varlığını bildikten sonra... Ya en tanıdık insan seni ne kadar anlar bir yabancıya kıyasla...

Bilmem belki içerde çektiklerini, sorgudaki günleri, seni üzenleri, sevenleri, tuvallerine söylediklerini, sevgililerinle nasıl öpüştüğünü, kaç kadının gönlünün sultanı kaçının düşmanı olduğunu...
maç seyrederken küfür edip etmediğini, anneni özleyip özlemediğini, bir kadının kokusuna hasretliğini, arkadaşlarına ne kadar güvendiğini, sokaklarda nasıl yürüdüğünü...
Galata’yı benim kadar sevip sevmediğini, onca insanın ortasında yürürken hiç kendini yalnız hissedip hissetmediğini, kaçıp gitmek istediğini, dönüp evine sığınmak bir bardak sıcak çayda huzur bulmak istediğini...
özlemlerini, nefretlerini, senin kokunu, benim kokumu bilip bilmediğini, ölüme ve yaşama mesafeni, dağlara hasret olup olmadığını, güneşle doğup doğmadığını, kaç kez çığlık çığlığa sevgini haykırmayı istediğini, bunun yerine kaç kez suskunluğunun esiri olduğunu..
baharı senin nasıl gördüğünü, beni hiç görüp görmediğini, yüreğinde neler neler sakladığını, boyalarına bu yükün ne kadarını yüklediğini, gerçeğe ne kadar yakın hülyaya ne kadar uzak durduğunu...
sabahları çizgi film seyredip seyretmediğini, gece yarısı uyanıp yemek yediğini, biberi mi dolmayı mı sevdiğini, içip içip dağıttığını ya da sigara bile içmediğini, emzik emmeyi ne zaman bıraktığını, uykunda terlediğini, sayıklayıp bacaklarının arasına yastık sıkıştırdığını veya gece boyunca bin bir şekle girenlerden olduğunu, benim yanımda uyanmayı isteyip istemediğini, neler dinlediğini, neler izlediğini, tiyatroyu sevip sevmediğini, iyilerden misin yoksa kötülerden mi?

Bildiklerim bilmediklerim altında ezilip gitse de sen de benim gibi bir insan değil misin? Erkek ya da kadın olmanın dışında birkaç küçük ayrıntıda gizli değil mi yabancılıklarımız... Tüm bunları bilsem sanki seni tanıyor olacak mıydım? Kendimi tanıdığım kadar tanıyamaz mıyım seni de? Belki de görmeseydim o afişi, çelmeseydin fikrimi, yazmasaydım tüm bunları, elim deymeseydi hayatına hep yabancı kalacaktık birbirimize ama şimdi her şey değişti... Sahi bir sabah vapurda karşılaşmış mıydık yoksa? Biner misin vapura? Sen İstanbul’u neresinden yaşarsın? Belki benim gibi ona tepelerden bakmaktasın.. Belki de Taksim’in ortasında güne merhaba demektesin? Acaba Ankara’yı bilir misin? Yazları en çok nereyi seversin? Peki, merak eder misin? Yani beni, başkalarını, hayatında hiç görmediğin bambaşka insanları... Onların düşlerini, uykularını, uyanıklıklarını... sabah uyandığımda amma da lanet olduğumu, neyle mutlu olup neyle huzur bulduğumu? Nasıl da hüzünlü günlerin geçip gittiğini... Soya sosunu ne çok sevdiğimi, yoğurdu bile bolca üflediğimi, pembe saçlarımı, melek takıntımı, mor odamı, türk filmi seyrederken ağladığımı hatta ağlamak için özel filmler bulduğumu, fotograflarımı, anılarımı, vücudumdaki benleri, onlara isim verdiğimi, ayıma sarılıp uyumaktan kaç yaşımda vazgeçtiğimi, bir gün denizlerin dibinde yaşamak için her şeyimi verebileceğimi, yunuslar için delirdiğimi, dünyanın neresinde olduğumu, hayatın neresinde durduğumu, evimin renklerini, ağaçları ne çok sevdiğimi, böceklerden ne çok korktuğumu, hala bir oyun arkadaşı bulsam saatlerce kanasta oynayabileceğimi, aradığımı, bulamadığımı, sahip olduklarımı, yaşların yılların ne çabuk geçtiğini, akıp giden yaşamın zamanın esaretinden kurtarılınca ne de güzel olabileceğini, koşullanmışlıklarımı, şartlanmışlıklarımı, ipek pijama fantazilerimi, Nuri Alço geyiklerimi, “duvarımı süsleyen bu resimler...” diye başlayan cümleler kuranlara ne gıcık olduğumu, bir peçeteye karalanmış iki satırın bile paha biçilmez olduğunu düşündüğümü, telefon sapıklarına yaptıklarımı .......

İşte, ben kendi payıma kendimi bunlarla ayırıyorum... senin ayraçlarını bilmiyorum ama sen de bir insansın ve eninde sonunda sevilmeyi, özlenmeyi, huzur duymayı istediğini, unutulmaktan korktuğunu, kaygılandığını, heyecanlandığını, düşündüğünü, söyleyebildiğini, söyleyemediklerini, sevimli olabildiğin kadar kızgın da olabileceğini biliyorum... tıpkı bizler yani hayatına yabancı diğer insanlar gibi... iyi ki doğdun mutlu yıllar....

Hiç yorum yok: