başlık: ...
biçim: metin; mektup
31.10.2000/SL
Mutsuz olduğunu söylüyorsun. Nasıl mutsuz olunduğunu düşünüyorum. Nasıl mutsuz olduğumu eskiden. Mutsuz olmayı unutmuşum gibi geliyor bana. Mutlu olduğum için değil
Alex’ten mail var. İki dakika...
Çok ağır, iki dakikadan uzun süreceğe benzer. Ama ne fark eder ki; zaten birazdan çıkmam gerekiyor.
Ertelenenlere geri dönüş var mı? Neyi ertelediğine mi bağlı yoksa, ertelenenler de mutsuzluk faktörleri listesinde mi yer alıyor? Emin değilim. Göreceli de olabilir.
Bir iki gündür Paul Auster’in kitaplarından birini okuyorum: Leviathan. İşe öncelikle telaffuzuyla başladım. Nasıl telaffuz edilir diye düşünerek.
Her zamanki Paul Auster işte. Hoş ve rahat okunur bir hikayeleme yeteneği, karakterler pek değişmez, kendi hayatını kahramanlarından ayrı tutamaz ama gene de hoş bir hikayeyi yerleştirir. R. B. gibi değil yani. Olsun.
Kitabın başındayım henüz ama türlü hoşluklar var. Buna sonra devam etmeliyim. Büyü bozulacak mı acaba? Alex’in mailini de alamadım. Ama devam edeceğim.
17.50
...
01.11.2000/ÇRŞ
Bak dün yazamadım. Eve ayakta gitmek zorunda kaldım. Sonra da aikido. Fena değildi. Eve gittiğimde öyle yorgun, sinirli ve yalnız kalma ihtiyacıyla doluydum ki... Şeye dayanamıyorum: Hani sen sinirlisindir, hıncını çıkaracak birini arıyor ya da aranıyorsundur. Ama kimseyle konuşmak istemezsin. Ve sanki senle inatlaşırcasına herkes de senle konuşmaya çalışır. İçinden niye susmuyorlar, niye gelip benim bulunduğum odaya çöküyorlar diye düşünür durursun. Akşam öyleydi işte. Aikido dengeyi sağladı.
Auster’in yazdıklarından bahsediyordum. Bu kitaptaki Maria karakterinde hoşuma giden şeyler var. Sanat olsun diye başlamadığı şeylerin sanata dönüşmesi. Ama önemli olan bu değil. Hoşuma giden şey, tüm o tuhaf fikirler zinciri. Mesela sabah birinin peşine düşüp onu tüm gün fotoğraflayarak izlemesi... Yerde bir telefon defteri bulup, defterin içinde numaraları olan kişilerle ilişkiye geçerek, gene fotoğraflarını çekip defter sahibini tanıyıp bulmaya çalışmak gibi.
Basit fikirler gibi gözüküyor ama bana aklımın beni ne kadar sınırlandırdığını hatırlatıyor. Sadelikteki özgünlük hep çok büyüleyici.
Son zamanlarda kendimi sık sık eski sevgilimi düşünürken yakalıyorum. Gerçekten özlediğim için onu düşündüğümü sanmıyorum. Özlemeyi özlediğim için onu düşünüyorum sanırım. Ama bazen duygularım o kadar yoğunlaşıyor ki, ondan bir şekilde bir haber alacakmışım gibi hissediyorum. Düşündükçe geçirilen zamandaki yoğun mutluluk daha çok vuruyor. Sonradan hep iyi şeyler hatırlanır. Yaşadığım eziyetin izi kalmamış gibi.
Bak şimdi de seni televizyonda gördüğüm gün geldi aklıma. Nasıl olması gerektiğini bilmiyorum ama sesin olması gerektiği gibi değildi. Her seferinde farklı görünmeyi nasıl başarıyorsun? Seni düşündüğümde ve görüntünü zihnimde somutlaştırdığımda, hep dumanlı, hep kaybolmuşluk hissi veren bir şeyler de oluyor ortaya çıkan resimde. Zihninin uyanık olduğunu düşünsem de gözlerinde hep öyle yitik bir şeyler varmış gibi. Belki de onun için sesini uyduramadım bu görüntüye. Ne garip tüm bunların yazarken ortaya çıkması... Böyle düşündüğümü bilmiyordum. Aslında tüm bunları söyleyebilmek için seni daha iyi tanımam, en azından belki de daha iyi gözlemlemiş olmam gerekir. Oysa ki yüzünü bile o kadar iyi tanımıyorum. Sadece sokakta rastladığımda sen olduğunu bilecek kadar.
Sen Galatasaray’da oturuyorsun. YKM’deki sergiyi görmüşsündür. Gezmedim ama camlara asılı kalmış tüm o dialar ve yansıyan renkler o kadar hoşuma gitti ki. Ne güzel ışıkları var.
Bak şimdi de Gönülçelen geldi aklıma... Niye acaba? Biraz geç okudum sanırım o kitabı, İngiltere’deyken. Catcher in the Rye... Küçük kırmızı kapaklı bir kitap. (Nar çiçeği rengini sever misin? Ben çok severim.) Okurken Türkçe’sini çok merak ettim; çünkü öyle güzel bir dili vardı ki! Büyüklüğe özenen bir çocuk dili, kullanılan argo kelimeler, o sevimli özentilik. Çok çok seviyorsun kitabı okurken.
Evde badana olacak. Temizlik günlerinden, badanadan nefret ediyorum. Kediliğim tutuyor, eşyaların yerinin değişmesi, o kabus dağınıklılık ve sanki tüm özelliğine saldırılmışlık duygusu.
Tarçın sever misin? Kokusunu, tadını? Beni kendimden geçiriyor. Tarçınlı muhallebi, tarçınlı sabunlar, tarçınlı vücut jeli. Öff nerden geliyor bu tarçınlar aklıma bilmem şimdi.
Biraz hüzünlüyüm içten biliyor musun? Londra’da film festivali zamanı. Geçen sene bu zamanlar elimde kitap, tüm paramı British Film Institute’e yatırmakla meşguldüm. Bir senenin geçtiğine inanamıyorum. Yağmurlar yağıyor... Sular, sular...
Hele bir gün var, ilk o aklıma geliyor. Cumartesiydi. Ben çalışmadığım için hafta içi de filmlere gidebiliyordum. Ama Michael’ın vakti yoktu. Michael ordaki en yakın arkadaşım. Çok garip. Genelde en yakın arkadaşlarını lise ya da üniversite sıralarında tanırsın. Ardından tanıştıklarınsa çoğu zaman o kadar yakın olmaz. Ve ben Michael’sız bir hayat düşünmek istemiyorum. Etrafında olanları, insanların tuhaflıklarını asla kaçırmayan, ama yorum da yapmayan ve yargılamayan biri. Ona tonlarca şey anlattım. Onaylamayacağını bildiğim birçok şey vardı içinde. Ama her zaman dinlemesi ve yargılamaması ve anlamaya çalışması onda sevdiğim şeylerden sadece bazıları. Birlikte geçirdiğimiz her an zihnimde ve canlı. İlk babamın gittiği gece geliyor aklıma. Şimdi bile gözlerim yaşardı. Pişirdiği yemekler, konuştuğumuz her şey. Film festivalinde gördüğümüz kabus gibi bir Hint filmi, Ai no Corrida, kütüphanede bana “essay” yazmayı öğretişi... Birine bu kadar yakın hissedebileceğimi - varolan ve o denli yakın olan arkadaşlarımdan sonra - düşünmezdim. Konuştuğumuz zaman ikimizin de zamanın ne çabuk geçtiğine inanamadığımızı fark ediyorum. Bazen öyle bir an geliyor ki, yanımda sadece o olsun istiyorum. Bazen de sadece onunla paylaşabileceğim şeyler oluyor. Galiba onu gerçekten özlüyorum.
Londra’yla ilgili bir de ne var biliyor musun? Galiba ben başka bir ülkede yabancı olmayı sevdim. Tabii ülke Arabistan olsaydı o kadar sevmezdim herhalde. Her şeyin dışındaymışın gibi bir his veriyor. Dışardasın ve içeri seyrediyorsun. İyice hüzünlendim şimdi.
Ağlayacak gibi hissediyorum...
Neyse
...
11.11.2000
Son ve kısacık bir sayfa. Göndermeden önce eklemek istiyordum, vapurda yazacaktım, yazamadım.
Bu mor ya da eflatun ve turumcumsu (portakal rengi ve kavuniçi diyenlere dayanamıyorum) sarı renkli sayfalar son.
Tüm yazamadıklarım (yazmayı düşündüğüm zaman dilimi) için...
Sevgiler
p.s Geri kalanı temize çekemedim, temize çekmek çok sıkıcıymış. :)

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder