Pazartesi

kimden: öniz öztürk
başlık: gereksizlik ve aynalardan mülhem bir ayna denemesi
biçim: metin; deneme; elektronik metin dosyası

GEREKSİZLİK VE AYNALARDAN MÜLHEM BİR AYNA DENEMESİ

Elbette ki çağrına kulak verdiğim gibi, yanıt da verecektim. Ancak bu yanıt biraz gecikecek, pek çok işim gibi son ana kalacaktı. Bunun nedeni pek de canıtez bir insan olmamamdan çok, bende birden çok yansıman oluşu ve her aynada farklı boyut, kırılma ve netlikte beliren renk ve şekilleri kompoze etmenin gerektirdiği süreçti bana göre. Ama “Gereksizlik ve Aynalar” konulu yazını okuyunca, çağrındaki samimi biçemden, röportajlarındaki sevimli telaş ve coşkudan, giderek dilinde, “çok yakınındaki insanlardan bile” çağrına “gereksiz, narsist/teşhirci” tanımlamaları yapılmasının kırıklığına gelinmesi beni acele etmek durumunda bıraktı. İstedim ki yalnızca bir görüş/destek mektubu yollamaktan öte, sanal arkadaşımın nick’inin, reel arkadaşım Hakan’ın ve oluş’unu belirleyen diğer görüntüleriyle –onları şimdilik bir tarafa bırakarak- Hakan Akçura’nın tüm akislerinden daha net kavrayabildiğim sanatçı kişiliğine bir ayna tutayım. Aynayı bu yönde tutayım ki usumla kavradığımı aktarırken dil kafesi’ni aşmanın kolaylığında, ve tuttuğum ayna olsun ki öznel dokunulmazlığın keyifli, serbest alanında yol alayım. Bana projenden ilk söz ettiğinde, yola çıkış noktanı, o “koyu, derin, kırık patikanın başını ve oradan geri tepen kurşun gibi kendi özne’ne dönüşünü görmüştüm, seni gördüğüm gibi. Gerilip gevşeyen bir yay’ın fırlattığı okun kırık, aksak, tutuk serüvenini bilmiştim kendi dünümden. Bu yüzdendir ki “Aynalarımı İstiyorum”dan yola çıkarak, ayna tutacağım sanatına/sana. Ancak, seni yansıtan bu aynayı, oluşumunu aceleye getirten iddia sahiplerine yönelteceğimden, üçüncü tekil şahıs olacaksın tümcelerde Hakancığım.

“Kendini Bil”

Eski Yunan’da Delfi tapınağının üzerinde yazılı olan bu sözler, her ne kadar günümüzde “haddini bilmek” olarak algılanıyorsa da, aslında kendini tanımak, kendine dikkat etmek anlamındadır. Bir yaşama sanatı olarak kendini bilmek, kendi kişiliğini ve buradan yola çıkarak evreni anlamak ve tanımak, bedenine ve ruhuna özen göstermek, kendini ve tüm varlıkları, cosmos’u sevmek anlamına gelirdi ki; bilgeliğin ve dolayısıyla mutluluğun ön koşuluydu. Bir kendini bilme ustası olan Sokrates der ki: “Göze bakan başka bir göz, o gözün en iyi parçasına, yani gören parçasına bakarsa kendini görebilir. O halde göz, kendini görmek isterse bir göze, bu gözde de gözün erdemi, yani görme yetisi olan yere bakmalıdır.”

Sanatçı, nasıl ki sanatında gözlemlediği nesneleri yansıtıyor, paylaşıyor, veriyorsa öz’ünden, tüm sanatların kaynağı olan yaşama sanatını icra ederken de bu nesnelerin gözlerinde yaşamının öz’nesi olarak kendini arayacaktır. Akçura, “Kent Resimleri” sergisinde kent haritalarının kendi zihninde yarattığı imgeyi ve “Kendi” isimli sergisinde insanların zamandan soyutlanmış kendileriyle karşılaşmalarını paylaşır / teşhir ederken, internette “Odalar”ını betimleyen insanların kendi’liklerini resmederken ne kadar ben’cilse, kendi öznesinden yola çıkarak başlattığı bu -kendi evrenince- evrensel sanat etkinliğinde de o derece ben’cildir. Bir o kadar da gereksizdir, kendini bilmek, yaşamı, evreni sevmek istercesine..

“Gerçek yolculuk geçmişe dönmektir.”
(Ursula K. Leguin)

Binlerce yıldır düşünürler, sanatçılar yaşamın anlamı üzerine kafa yormuş ve eserleri aracılığıyla insanlara mutluluk reçeteleri sunmuşlardır. Spinoza, yerin dibine batırırken daha sistematik bir yol izlemek üzere, modern insanın yaşama güdülerini üç ana başlıkta toplar: divitae, honor, libido (varsıllık, ün, haz). Felsefesinde, ihtiras ve hasisliğin deliliğe varan bir tür psikiyatrik rahatsızlık oduğunu, en ünlü insanların toplumun en aptal kişileri olduğunu ve evrensel sevgiyle bütünleşmemiş gerçek sevgiden yoksun hazların kişiyi derin bir melankoli ve giderek depresyona sürüklediğini örneklerle kanıtlar ve gerçek mutluluğun insanın evrenle bütünleşerek kendini tanıması, sevmesi ve gerçekleştirmesi yoluyla olacağını savunur. Goethe’nin Faust’u ise, Mephisto ile iddiaya girmiş ve şeytanın kendisine sunduğu karşı konulmaz görünen tüm tuzaklara direnebilmiştir. Bilimin, egemenliğin, şehvetin, güzelliğin verdiği zevkleri sınırsızca yaşamış, ancak hiç birine “dur, gitme!” dememiştir. Bireysel mutlulukların hepsine doymuş olan Faust, nihayet yaşamının sonunda, bir bataklığın kurutulmasına önayak olmuş, insan, doğa, evren sevgisine “dur, gitme!” demiş ve gerçek mutluluğu bulmuştur.

Modern zamanların sanattan uzak meta dünyası rekabetçi kapitalizmin dünyaya yayılmasıyla başlar. Antik uygarlıklarda gündelik hayatlarda kullanılan her türlü objenin, sözün ve hareketin biçim, işlev ve yapısının biraraya gelerek oluşturduğu bir biçemi (üslubu) vardı, içlerindeki şiir yitmemişti henüz. Ürün ve sermaye piyasasının yaygınlık kazanmasından itibaren, tarihin bir paradoksu olarak; şiddete dayalı baskının yerini sömürü alırken, essay’den product’a (yapıttan ürüne) geçiş sürecinde biçemler, simgeler, kollektif yapıtlar, anıtlar ve şenlikler tarihe karıştı. Şiirini kaybeden nesneleri, insanları ilişkileri istila eden düzyazı artık dünyanın yeni diliydi. Bizler bu sürecin sonunda Dede Efendi’den, Itri’den Mahsun Kımızıgül’e, ateşin çevresinde geleneksel dansların yapıldığı şenliklerden masalar üstünde garson ceketlerinin alevleri eşliğinde atılan göbeklere gelirken, değil sanat eseri yaratmak, geniş kitlelerin gündelik hayatlarını hiçbir şey üretmeden geçirdikleri bir toplumda bulduk kendimizi. Hayatlarını makineler, rakamlar ve raporların kısa kuru tümceleri ve sürekli tekrarlanan sözcükleriyle düzyazının biçeminden bile yoksun, görselliği paparazzi ve pembe dizi düzeyine indirgenmiş olarak sürdüren insanlar, terapistlerde geçirdikleri zamanın yarısını sanata ayırabilselerdi eğer, dünya daha güzel olmaz mıydı dersiniz? Üretimin gerçek anlamını yitirdiği ve insanların kendi hayatlarını üretemez hale geldikleri yerde ise, devrim süreci başlar. İnsanların hayatlarında katılımcı bir üretkenliği gerçekleştirebilecek bir devrimin de ancak, modernizmin çocuğu çağdaş sanat yoluyla, üstelik teknolojinin yardımıyla gerçekleştirilebilecek olması ise diğer bir paradokstur.


“Yaşamın ve çalışmanın temel amacı, kişinin başlangıçta olmadığı kişi olmasıdır.”

“Oyun, ancak sonunda ne olduğunu bilmediğiniz zaman oynamaya değer olur.”
(Michel Foucauld)


Hakan Akçura işte böyle bir dünyada kendini merkeze koyarak yani sanata özne/konu olarak bizi sanata davet ediyor. Alışılmadık, özgün temalar içeren projelerinde çağdaş sanatın teknoloji yardımıyla geniş kitlelere ulaşmasını hedefliyor, keyifli sanat-oyunlar kuruyor. Dünyada örneği görülmemiş bir katılımcı, kitlesel sanat projesiyle, sanat dünyasını bir devrime, bizleri de fırçamız ve renklerimizle hep beraber bir dünya resmedip içine girmeye davet ediyor. Bu dünyanın merkezinde kendi’nin olması, kavram’ın yaratıcısının, eserin yaratıcısı(ları)na konu olması ve yaratım sürecinin tamamen dışında kalması, puzzle’ın parçalarını oluşturan sabık ve müstakbel sanatçıların kendileri dışındaki öznelerin kimlikleri, sayıları ve puzzle tamamlandığında ortaya çıkacak tablonun görüntüsü hakkındaki bilgisizliği de bu sanat-oyunun kurucusunun muzipliklerinden. Sonucu kendi de bilmiyor, ama çağrısı özlediği yankıyı bulursa, ardıllarına esin ve cesaret vererek bir bataklığın kurumasına önayak olacak belki. Diğer yandan, çağrısını güzelleme beklentileriyle yaptığı varsayımına dayanan “narsisizm” tanımlaması yapılırken, kimi zaman sitem, ya da hakaret içeren tek bir aynanın binlerce dev aynasının ışığını kıracağı da göz ardı edilmemelidir. Bakalım cesaretin korkaklıkla, kırgınlığın coşkuyla yoldaş olduğu bu dönemecin sonunda sıfır noktasından nereye ulaşacak, yeni seçim uğraklarına göz dikecek mi Hakan? Bakalım fırçalarımızı tutmaya üşenmeyip, renklerimizi esirgemeyip dünyadan, kurutabilecek miyiz hayatlarımızdaki bataklığı? Bunları oyunun sonunda göreceğiz.

Hiç yorum yok: